Saturday, November 12, 2011

Gelecek Uzun Sürer

Öncelikle, çok önemli konulardan bahseden filmlerde bu önemli konuların iskelet hikayenin önüne geçmesi ve esas hikayenin tatmin edici olup olmadığını gündeme getirirken duyduğumuz vicdan azabı konusunu gündeme getirmek istiyorum. Bu filmin anlattığı şeyler o kadar önemli ki, filmi film olarak görüp şöyle kafamıza göre rahat rahat atıp tutamıyoruz kardeşim. nasıl olacak bilmiyorum...

Çok önemli konuları apaçık cesur bir dille hatta gerçek insanların gerçek hikayelerini kurmaca öykünün içine başarıyla yedirerek tokat gibi yüzümüze çarpan bu film izleyiciyi etkilemeyi gerçekten başarıyor. Bu kısmın başarısına ve önemine gerçekten sözüm yok. Ama aslında işin kurmaca kısmındaki ana iki karakterimizin öyküleri bana biraz zorlama geldi açıkçası. Elbette gerçek yaşamda bu tip insanlar vardır, olabilir, ben kendim pek karşılaşmadığım için benim için inandırıcılığı biraz zayıf kalmış da olabilir. Bu karakterler aslında her gün her yerde karşılaştığımız insan tipleri olmadığı için aralarındaki ilişkiye ya da kendi kişisel öykülerine daha derinlemesine girebilseydik ben biraz daha fazla tatmin olabilirdim, altını çizmek istediğim budur. Orada da başlı başına kuvvetli bir potansiyel vardı da biraz es geçildi gibime geldi.

bir bunalım bir kasvet, elbette bu kasveti yaşamaya karakterlerin hakkı olduğunu da hissediyoruz.
bir sigara yakıp defalarca ve uzun süren planlarla ufka bakan karakterler var, olsun da.. kim olsa öyle hisseder bu derin konulara girince elbette, bunlara sözüm yok. ama keşke biraz daha bilebilsek bu karakterleri bugünkü hallerine getiren olayları, deneyimleri, keşke biraz daha onları da anlayabilsek, aralarındaki ilişkiyi çok fazla 'şiirsel' olmaya çalışmayan bir tonda da izleyebilsek..

sonuç olarak, filmin merkezine karakterlerini değil de esas anlatmak istediği derdini koyduğunu iddia etmek yanlış olmaz sanırım.

gerçekten filmin kendisi de esas kızımızın peşine düştüğü ağıtlar gibi.
oyunculara sözüm yok, ben yönetmenin karakterleri biraz daha derinleştirmesini dilerdim, ancak elbette her şekilde teşekkür ederiz, tercihlerine saygı sunarız.
özellikle son sahnede diyarbakırlı sinefil abimizin esas kıza karadenizi söyle bi dolaşır, ordan ver elini, şuraya buraya gideriz muhabbeti ise beni çok etkiledi. keşke hepimiz yapabilsek, vursak kendimizi yollara, gitsek de gitsek...

ve elbette yakın zamanda Sonbahar'ı da bir daha izleme isteğimi tetikleyen bu filme bir kere daha teşekkürü borç bilirim.

Sunday, November 6, 2011

curb your enthusiasm

dün, son 3 bölümü arka arkaya izleme firsatı buldum. özellikle Larry David'in arabasının aşırı sallanan yan koltuğunda orgazm olan kadınlar beni benden aldı. gözümden yaşlar geldi wallai billai..

geriye dönük olarak 7. sezonu da izliyoz çok komik yaaa

Thursday, November 3, 2011

Walking Dead

Allahım allahım ateşlere yürüyorum. Zombiler beni benden alıyor. Evde sürekli zombi taklidi yapmamdan evdekilere de gına geldi. Dün mesela hasır şapka takıp çiftçi zombi taklidi yaptım. Ben ne zaman 'hğııı' diye sesler çıkarıp zombi olsam köpek tepeme çıkıyor o ayrı... Bir de internette zombify yourself diye bi site buldum, boş vakitlerimde kendi fotolarımı zombileştirip ona buna yollamaya bayılıyorum.

Şimdi bu zombi sevdasını tetikleyen ultra geyik dizimiz Walking Dead 'le de gerilimli bir mesafemiz olduğu kesin. Ne zaman izlesem ulan bir saat geyik yapmayın zombiler nerde diye senaristlere kızıyorum, sonra zombiler çıkınca da kafamı çevirip, ayyy ben çok gerildim diye kaçıyorum. Kısacası tam bir fasinasyon halindeyim.

Abi ama böyle geyik dizi izlemedim son zamanlarda hakkaten. Yahu herkes herkese bir hayat dersleri, bir nutuklar. Goygoyla diziyi götürüyorlar billa. Hele bir de bizim esas kızın kocasını öldü zannederken takıldığı esas abinin en yakın arkadaşı geyik tokmakçısı var ki, evlere şenlik. Bir tripler bir tripler... Muhteşem Yüzyıl'daki ispanyol presensesin bile performansı daha iyi valla. Esas abimizin, yani şerifin de ne üniforma sevdası varmış kardeşim. Dağda bayırda dolaşıyorlar, n tane araba yağmalıyorlar, ne toplum, ne düzen, ne de bi allahın kulu kalmış, bizimki hala apoletli üniformayla takılıyor, canım ya.

Şimdi biz güya bu diziyi izlerken ölümle, efendim tanrı var mı yok muyla falan yüzleşiyoruz. walla kusura bakmayın da dizideki karakterlere ne sempatimi, ne özdeşleşmemi ne de günahımı veririm yani. Benim derdim nerden ne zaman zort diye zombi çıkacak açıkçası.

burdan zombi kardeşlerime sesleniyorum
yalnız değilsiniz.

Wednesday, September 21, 2011

ya sonra, çınar ağacı ve aşk tesadüflerin b.kunu çıkarır

Şimdi ben son zamanlarda ortamlardan kopmayayım diye son dönem Türkiye'de çekilmiş ne film denk gelirse izlemeye çalışıyorum. Seviyesiz bok atmak istemem ama nasıl olsa kimse okumuyor bu blogu diye çekinmeden bazılarından bahsetmek istiyorum.

Büyük Adam Küçük Aşk'tan sonra merakla beklediğimiz Çınar Ağacı sağolsun televizyon dizilerini aratmayan senaryosuyla ve karikatür karakterleriyle beni benden aldı. Yaşlı bir annemiz var, çok yaşlanmış olduğu için her ayın birer haftasını 4 çocuğunun evinde yaşayarak geçiriyor. Her pazar da bir piknik yapılıyor ve teyzemiz bir evden diğer eve bu pikniklerden sonra transfer ediliyor. Kış aylarında piknik yerine ne yapıyorlar bilemiyoruz ama bildiğimiz şu ki dört çocuk da biraz klişe diyebileceğimiz karakterlerden oluşmuş. Başarılı iş kadını Nurgül Yeşilçay'ın iş hayatında dönen şablon krizleri, eski solcu abimiz, büyük ablanın görgüsüz kocası, küçük erkek kardeşin kibirli karısı ve abuk davranan kız çocukları.. Hiç birisi pek düşünülmüş karakterler gibi işlenmemiş malesef.
Hele sonda teyzemizin huzurevinde bir beyefendiyle yaşadığı bir dans sahnesi var ki, hay allahım yaa dedim. Nurgül Yeşilçay'ın annesine 'annecim bana iyi ki 2. dil öğretmişsin bak işimde çok başarılı oldum' demesi.. Bu insanların yaşadıkları evler, mekanlar, aile içindeki ilişkileri, hiçbirisi bir yere oturmamış..
neyse artık olduğu kadar diyelim.

İkinci olarak b.k atmaktan kendimi alamadığım filmse tv'de ilk 15-20 dakikasını kaçırıp izlemeye başladığım Aşk Tesadüfleri Sever oldu. Senaryosu cidden uçmuş, daha da bir şey diyemiyorum. Çüş bu kadar da tesadüf olmaz dediğin her sahnenin ardından daha da manyakça bir tesadüf denk gelmesi ise fimin sonunda ağzımın bozulmasına kadar vardırdı beni. Bence başrol oyuncuları da geçirmeleri gereken duyguyu fazla verememiş, kızımız egzajere şirine, oğlumuz iflah olmaz salya sümük romantik. Hele en sonunda kızımız kalbini ölmek üzere olan oğlana naklettirip, bir de periler gibi başına geçip aşkım artık hep seninleyim demez mi.. hay allahım yaaa.. neyse artık, buna da olmuş olduğu kadar diyelim.

Yine tv'de gördüğüm ancak bu kez izlerken diğerlerine göre çok daha fazla keyif aldığım bir filmden bahsetmek isterim. Özcan Deniz'e dayanamam diye düşünsem de aslında gayet keyifli bir seyirlik yarattıklarını itiraf etmeli ve bence hakkını teslim etmeliyim. Ya Sonra.. hem güldürdü hem ağlattı.. özcan deniz biraz daha iyi oynasa, ya da o rolde bir başkası olsa biraz daha mutlu olurdum ama yine de iyidir.

başka başka..
başka gelmedi aklıma.
nasıl olsa kimse okumuyor di mi bu yazıları? ondan rahat rahat atıp tutuyorum..
ayıp olmasın, bu filmleri sevenlere sevgiler, saygılar sunarım
fundalık


cul-de-sac

Uzun zamandır soyle guzel bi film izlemedim diyorsanız, karşınızda bugünkü önerimiz: Cul-De-Sac!
1966 yapımı bu eser 2 adet gangsterin sebebini bilemediğimiz olaylar neticesinde yaralanmasını ve bir adada bohem takılmaya çalışan yeni evli bir çifte sığınmasını konu alıyor.
Gangsterlerden sempatik olanı aldığı yara sonucunda ilk gece hayata gözlerini yumuyor, diğeriyse çaresizce patronunun onu almasını bekliyor. Fakat zaman geçiyor da geçiyor, patron bir türlü gelmiyor..

Mekanımız eski bir şato. Bu şatoyu tası tarağı satan zengin bir İngiliz orta yaşlı beyefendisi almış. Kendini bu şatoda yalnız başına yaşayarak resim yapmaya koşullandırmış ancak ortaya çıkan başarılı bir tablo elbette yok. Yanına bir de Fransız yavru almış, ancak kızımız kafasına estiği gibi takılan, dengesiz ve cesur bir kız. Beyefendinin kafasındaki sınırların dışında yaşayan bir ablamız. Bir de tavuklar ve yumurtalar var her yerde. Durmadan üreyen ve yumurtlayan tavuklar.

Filmde enteresan olan gangsterle ev sahiplerinin gelişiyormuş gibi görünen ilişkileri. Sonra elbette görüyoruz ki bu dengeler aslında pamuk ipliğine bağlı ve kolayca sarpa sarıveriyor.

Filmin gerçekten zor koşullarda çekildiğini ve çekimler sırasında ekip ve oyuncularda gerilimin tırmandığını 2003 yılında film hakkında yapılan röportajlardan öğreniyoruz. Fransız bebişin Catherine Deneuve'ın kardeşi olduğunu ve buz gibi havada çırılçıplak denize girmesi gereken sahnenin aslında ne bela çekildiğini, başroldeki gangster abinin filmin 3-4. haftasından itibaren gerçekten asabının bozulduğunu ve çekimler boyunca da tüm ekibe 'gangsterlik' yaptığını öğreniyoruz. Görüntü yönetmeni yönetmene küsmüş, para bitmiş bilmem ne olmuş, falan filan envai çeşit sıkıntı yaşanmış.

Neyse işte güzel olmuş..
izlersiniz izlemediyseniz...


Monday, February 14, 2011

about a boy

...en önce filmini izlemistim, soundtrack'ini çok dinlemiştim, gecen hafta kitabını bitirdim, ve dun tekrar filmini izledim...

Nick Hornby'nin Bir Erkek Hakkında olarak Türkçeye çevrilmiş romanını geçen hafta bitirdim. Zannetmeyin ki her hafta 1-2 kitap hüpleten bir kitap kurduyum. Aksine genelde kitapların ortalarına doğru kopuşa geçtiğim, sonra bir süre onları görmezden gelip, en sonunda orta sayfalarında bir kitap ayracıyla rafa kaldırdığım durumlar sık olmuştur.

O nedenle Nick Hornby'nin kitabını geçen hafta bitirdim cümlesinin bence haber değeri var. Hemen arkasından da merakla başrolde yakışıklı Hugh Grant'in oynadığı About A Boy isimli filmi yeniden koyup izledim. Aralarında oldukça büyük farklar var elbette.

Kitap şahane film geyik diye kestirip atmak istemem. Kitap da film de bi yere kadar geyik bir kere. Kitap geyik olmasa zaten bitiremezdim muhtemelen. Ama film daha fazla geyik.

Kitabın içinde karakterler arasındaki ilişkileri belirleyen ve çok yerinde bağlanan pek çok konu filmde es geçilmiş, direk sonuçlara gelinmiş. Mesela baş cocuğumuz Marcus ile okulun en serseri kızı Ellie arasındaki arkadaşlık kitapta Kurt Cobain üzerinden işlenirken filmde böyle birşey yok. Kitapta bir çok olayın çözüldüğü hikayenin en önemli günü diyebileceğimiz gün komik bir şekilde Kurt Cobain'in intihar ettiği güne bağlanıyor. Filmde bu kısım da yok. Ellie okuldan öylesine bir kız gibi. Höt göt diyor da neden öyle bir kızcağımız olduğu ve Marcus'un aslında ondan bir yandan nasıl korkup bir yandan nası etkilendiği gibi konular yok filmde.

Neyse olur böyle şeyler diyelim. Hugh Grant candır. Sempatik bi arkadaşımız gerçekten, unutmuşum ben onun ne kadar sempatik olduğunu.

Marcus'un intihar eğilimli annesini ise filmde tam karikatür yapmışlar. Kitapta çocuğun gözünden görüyorduk, derdini bilemiyorduk ama Marcus'un gözünden bakıp endişeleniyorduk bu kadıncağıza. Filmde ise kendisine gülmemiz bekleniyor. Gülünecek bir tarafı yok aslında, orta yaş krizinde endişeli bir kadın ama romantik komedi'de fazla ciddiyete ve endişeye yer olmadığı için 'ağlanacak haline güldüğümüz' bir karakterle karşımıza çıkıyor Marcus'un annesi.

Hugh Grant'ın evi ve hayatı ise güzel aktarılmış.

Neyse işte böyle
Aslında bana kalırsa en güzeli; filmin soundtrack'i..

Monday, August 2, 2010

INCEPTION

efendim,
bu yazi nasil baslar nasil biter walla ben de bilmiyorum..
haydi rastgele..

'ruyalarda bulusuruz bu sarkiyla kavusuruz' temali oldukca orijinal bir senaryonun super titizlikle ele alindigi, ve de yillarca uzerinde ugrasildigi su goturmeyen kaliteli bir film izledigimiz muhakkak.

efendim dicaprio'nun muhtesem gelisen oyunculuk yetenegi, senaryo uzerinde yillarca ugrasilmis olmasi, cok super yaratici olmasi gibi konularla fazla vaktinizi almak istemem.

ozetle beynimi yoran bir film izledim.
parallel kurgulari takip etmekte zorlanip yoruldugum gibi surekli genisleyen zamansal boyutlar arasinda adaptasyon sureci yasarken de yoruldum..
yani arabanin dusme saniyesinin asansordeki yercekimi surecine baglanirken karlar icindeki adamlarin birbirlerini haklamalari arasindaki zamansal genislemeler beynimi yordu acikcasi.

Cillian Murphy'nin hastasiyiz o ayri....

bir de ruyalara baglanip guzellesmek, yani bu baglami bir cesit uyusturucu gibi dusunme fikri super olmus bence.

ve fakat dicaprio abimizin disindaki diger bilincaltilarin super kaymak gibi olmasi ayrica beni supheye dusurdu. tamam abimiz bu bilincalti alemlerinde cok gormus gecirmis, travmalar yasamis da diger insanlarin hic mi bilincalti derdi, kompleksi, tasasi olmamis diye sorarim size ey dostlar..

herseyin cok kisisel aktigi DiCaprio-Mal iliskisinde arada kaynayan bir cumlelik de olsa bir toplumsal elestiri vardi, dikkatimi cekti.. 'iste zaten sosyal guvenlik numaralari, kredi kartlari bunlar zaten hep bizi izlemiyor mu' gibi bir cumlecik sarfetti arada Mal kizimiz.. bu cumle de biraz baglamsiz geldi bana.. saglik olsun..

filmi cok degerli buldugum muhakkak, ama cok manyakca etkilendigimi soyleyemeyecegim.
illa ki karmasadan hoslaniyorsam Shutter Island'i bin kere tercih ederim.

ayrica her gece birden fazla ruya goren birisi olarak kendimden de endiselendim.. hanginiz beynime ne fikirler ekip caliyorsunuz kim bilir.

yine de tesekkur eder, yapan ellere hurmetlerimizi sunarimm..

fundalik